30 Mayıs 2011 Pazartesi

Hüküm.

Ne değişti?

Artık daha çok sigara içiyor daha çok özlüyorum.
Kendimi daha ağır hissediyor, yüküm yetmiyormuş gibi daha çok yemek yiyorum.
Daha yoğun seviyor, aklındaki karışıklığın çözümünden ölesiye korkuyorum.
En çok da ağlıyorum. İstemsizce saatlerce.

Malum ortada halim 
Eminim bu kadını ömrümde görmedim

Çabuk yoruluyorum artık. Yılmıyorum belki ama vazgeçme eşiğine daha yakın yaşıyorum.
Çektiğim tövbeler hayatı sandığım kadar sonsuz.
Hepsinin altında ezilip, ya birini duyarsa yukardaki diye hayıflanıyorum.

Yokluğun çirkin de yapmış beni
Geçen gün aynada gördüm tesadüfen


Aynalara bakıyorum uzun uzun.
Senin baktığın kaş göz benim değil sanki.
Kulağıma ezanla okunan isim seninkiymiş gibi...
Doğuştan kaderime yazılmışsın gibi
Sev emrinin hükmü yeni verilmiş gibi...

Özür dilerim çok, çoook...


 

Yüzüne sürgün olduğum adam.

Senin şarkılarını dinliyorum bu gece... Sevdiğin şarkıları. Hiçbirini anladığım yok ama hepsi gidişinden bahsediyor sanki.

Şarkıların şiirlerin dediği gibi; gideceksin sen burdan her şeyini ama en çok da kendini götürerek, ve artık herkes sana benzeyecek. Yolda sebepsiz durup sen sandığım insanların suratına bakacağım uzun uzun. Neden ağladığımı onlar bilmeyecek. Sen sanıp dokunduğum her insana pardon benzettim diyeceğim ve hiçbir benzerlik şu yeryüzünde benim canımı acıttığı kadar kanatmayacak kimseyi.

Sen gideceksin, ben gülüp geçtiğimiz her yerden buruk ayrılacağım. En çok gittiğimiz yerler senin hatıralarını saklıyor diye kutsal sayılacak benim için ve ben ne zaman inancımı kessem yeryüzünden, oraya gidip sana sığınacağım her zaman ki gibi ama bu sefer sen varmışsın gibi, yokluğun uğramamış gibi.

Daha önce de terk-i diyar olmuştu bu beden ama bu sefer başka. Bu kez sanki her hücrem yer değiştirecek, beni benle ezecek, beni bana, beni sana kırdıracak gibi. Evet gidişin üzmekten öte kıracak beni. Kalbim camdan falan değil ama her bir kemiğim sana ayrı darılacak. Ve bir daha sana karşı, dünyaya karşı onları dayanıklı kılmak imkansıza yakın olacak.

Arada bir uğrarsın yanıma biliyorum, eskisi gibi olmasa da yine arar sorarsın. Belki benim de geldiğim olur yanına. Ama farklı şehirlerde rüzgarlar farklı eser. Ne sen kalırsın ne ben eskisi gibi. Birbirimizi bildiğimiz gibi... Konuşulacak konular birikeceğine seyrekleşir, herkes kendine ait olan yaşamı düstur edinir ve o rüzgarda savrulur gider bir süre sonra.

En çok ne koyacak biliyor musun? Seni benden, beni senden sormayacaklar bundan sonra. Adımın yanına eklenmiş bir sıfat gibiydi ismin. Ve ben Cemal Süreya bile iddia sonucu soyadından sadece bir harfi kaybetmişken, ismini düşüreceğim benimkinden.

Korkma kuyruğu dik tutarım ben yine, İşe güce vururum kendimi. Anılarımızı paylaşırım dostlarla. Unutturmam kimselere seni buralarda. Kafan bozulduğunda, canın sıkıldığında beni aradığında sesini duyduğuma mı sevineyim oralarda üzgünsün diye mi dertleneyim bilemeden sana beylik laflar bile ederim.

Her şeyi yaparım bildiğin ve gördüğün gibi. Ama gitme diyemem. Beni sev de diyemem. Ve sen gidersin seni sevdiğimi bilmeden. Belki de ihtimal bile vermeden...

Şarkıların ve şiirlerin dediği gibi sen yüzüne sürgün olduğum adam... Benim için hep ama hep uzak kalacaksın. Ve ben  nerede olursam yalnızlığın başkenti olacak o şehir.

Sigara.

Eskiden ocakta sigara yakmaktan korkardım.
Şimdi ocakta yaktığım sigaralarla ölüyorum...

29 Mayıs 2011 Pazar

Bir meslek olarak aşk.

Hakkında duyumlar aldım bugün.
Bir kız varmış 2 ay vakit geçirdiğin.

2 ay ulan! 60 gün. Bana yan gözle zor bakan adam. 60 gün ben gözünün içine bakarken başka ellere yar olmuş.

Attık mideye tabi. Yapılacak başka bir halt yok. Hesap da sorulmaz zaten. Ne diyeceğim ki ?

Kimim?

Çok kimse
Ama aynı zamanda hiç kimse.

Sevmek meslek olsa. Maaşı çok olurdu herhalde. Zira gönüllü yapılacak iş değil.

Mutsuz son.

Bir arkadaşın sevgilisine güzellik yaptık.
Dostum

"Seninle birlikte olacak adam ne şanslı" dedi.

Vardı bir aday, şanslı tayin ettiğim.
Haberi yoktu, bilmiyordu.
Ben biliyordum, yetmiyordu.

Ah ulan dedim. Sövdüm iki. Efkarlandım sonra. Senden yakındım bolca.

"Onu sevmeme gibi bir ihtimalim yoktu dedim."

Ne acınacak bir cümle ama. Ve işte ben acınacak haldeydim. Sen bunu da bilmiyordum.

Bilmediklerin kitapları dolduracak kadar çoktu. Sevgim kitapları dolduracak kadar çoktu. Bizden ciltlerce hikaye çıkardı.

Bir mutlu son yazamadık.

20 Mayıs 2011 Cuma

Soruma cevap.

Bir şeyler demeyi unuttum sanki.

Bugün hoca kimin yanında mutluysanız, kim sizin yüzünüze tebessüm oturtabiliyorsa onun yanıan gidin bir de iki tek atın dedi. (evet benim böyle hocalarım var.)

Ben senin yanında mutlu değilim. Ama yanından ayrılırken bahsedilen o tebessüm yüze bırakın oturmayı kamp kuruyor. İşte bunu anlamıyorum. Senleyken sessiz, ayrılırken mutlu, sen yokken alabildiğine hüzünlüyüm ben.

Sevmek mi bu? Takıntı mı ? Benim sorunlu kişiliğimin bana bahşettiği bir özellik mi ? Vazgeçememek mi ? Mazoşizm mi ?

Bugüne dair.

Şimdi yine onu yazıcam. Senin kafa hayır kafası değil demeyin. Okuyun.

Çok oldu görüşmeyeli. Yavaş yavaş kopartıyorsun muhabbeti. Farkındayım bunun. Aldırmazı oynuyorum ve sen yiyorsun bunu.

O uzun görüşmeyişin ardından bugün görüşmemiz tuhaftı. Yanına geldim ve sen tesadüfen kapıdaydın. "Bak seni kapılarda karşılıyorum" dedin. Yalandı. Ama inceydi. Oturduk iki sohbet ettik çok değil. Sen beni yine beklettin. Bildik -senin göstermeye çalıştığın- işlerin vardı yine.

Ben sana bulduğum stajımdan bahsettim. Senin gözlerin parladı. Seviyordun başarılarımı. Bir kız babası gibi gururlanıyordun. Uğramıyorsun yanıma dedin. Aramıyorsun dedim. Sustuk.

Artık senden koptuğumu biliyordun. İşin kötüsü görüyordun. Bu senin canını yakıyordu, ama önceliği bana veriyordun. Ben acımazsam sen acıtmazdın çünkü. Böylece suçluluk duygusu uğramazdı yanına. Ama kafanda rahat olmayan bir şeyler vardı.

Ve biz yine az konuşarak havadaki boşluğu arttırdık. Ben kalktım yanından sen yine gidiyor musun? dedin. İişim var dedim bu sefer. Yalandı. Sarıldın. Biraz aşırıya kaçtın hatta. Ayaklarımı kaldırdığım halde ancak boynuna erişebildiğim için hep eğilmek zorunda kalırdın beni öpmek için. Bugün beni boynunda bıraktın.

Yolda bir şarkı tuttum bizim için. Çoktandır anladım senin gözün dışarda, eskisi gibi bağlı değilsin bana... diyordu sözler. Gülümsedim. Şarkılar bile anlıyordu beni.

Sen anlamasan da umursamak benden geçmişti.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Az ötede oynamak.

Ben vazgeçtim desem, cam kırıklıklarının sesini duyar mıyım burdan?
Duyarım bence.

E ulan hani seviyordun?
Nerene kaçtı bunca sevgi?
Yalan herkesin sevmesi?

Deyin. Bende dedim kendime.

Olmuyor lan! Olmuyor işte. Platonik de bir yere kadar. Dil dile değmeden aşk mı olurmuş. Öküz müyüz biz bak bak bak nereye kadar?

Adam yerinde dursa, hadi ona da eyvallahım olacak ama zırt pırt bir orda bir burda.
E ben seni iki sevecektim de denmiyor hani.

Cinnetim son raddesine geldi şu yazmadığım onca zaman.
Karar aldım.

Banane lan sevmiyorum işte.

Adamı da iyi alıştırdık yok yere olan sevgiye. Az soğuk yapalım, sevmeyelim bakalım nolacak.

Yorgunum dostlar.

Bakmayın böyle efelendiğime. Bildiğin kuyruğu kıstırdım. İç sevgiden ölmeden bazı şeyleri hal yoluna koymak gerek değil mi ama....

5 Mayıs 2011 Perşembe

Gidemeyişin öyküsü.

Öyle bir zamanda gitmeye yeltendin ki... Hani kaybetmekten, hayatından birinin gitmesinden ölesiye korktuğun anlar vardır ya. O anların tam beşiğinde, ben yerdeki bir yaprak bile uçup gitse kırılabilecekken(ki mevsimin bahardan bozma olduğunu düşünürsek kırılma oranımı kestirebiliriz), neredeyse tuvaletten çıktığımda sıçtığım boka bakıp benden çıktığı için üzülüp ağlayabilecekken sen gitmekten bahsettin.

Açılan bahse pas bile diyemeden pes dedim. Benden bu kadar. Sen yakın baharın sonunda buraları bırakacağından dem vururken ben içimi avutmaya yeltenmedim. İçim ağlamalıydı. İçim içini dökmeliydi. İçim kurumalıydı. Bu sefer sus payı yoktu gidişinin. Avutulacak yanım da yoktu kendimi avutacak gücüm de.

Senelik ömürler biçtin ilişkimize. 2 sene sonra her şey gözünde daha berrak, daha gerçekleştirilebilirdi. Oysa ben aldığım nefesi bile askıda görürken, ömrümden istediğin 730 gün benim için küflenmekti.

Tüm bunları yüzüme söylemiştin hatta biraz daha fazlasını. Ben orda, o gün ilk defa, yanında, sana karşı, senli bir anda bunca uzun susmuştum. Sessizliğim senin bile dikkatini çekebilecek denli uzundu. Yadırgadın. Benim senin gidişine infilak eden bedenim gibi, senin karakterin de beni suskun kabul edemeyecek türdendi.

O günden sonra biraz daha düştün üstüme, belki de sadece çok üzülmeyeyim diye. Oysa ki ben sana alışıktım. Alışkındım. İtiraf etmeliyim ki o gece çok ağladım. Gidişine ayrı, olmayışına ayrı, yalnızlığıma ayrı.

Arada gelirdin, arar sorardın, ben uğrardım yanına seyrek de olsa... Bunlar yalandı.

Artık çat kapı yanına gidebileceğim, şurda mısın deyip orda biteceğim, dönüşünü bekleyeceğim sen olmayacaktın. "Biz" den çoktan umudu kesmiş ben senle avunamayacaktı yani.

Ama sen gitmedin. Sensiz kalacağımı, nasıl yapacağımı düşündüğüm bir akşam laf arasına gizledin kalışını. Çok normal bir şeymiş gibi konuştuk gidemeyişinden. Sen biraz üzgündün, kendini gitmeye hazırlamıştın. Benimse her bir sinirim şenlik veriyordu içimde. Sen bilmiyordum. Bir iki yatıştırıcı söz söyleyip  bıraktım seni orda. Zira içimdeki gülümseme orada kalamayacak kadar güzeldi.

Gitmedin. Ben hala "biz" yoksunuyum. Ama senle avuntuluyum.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Sen, ben, bizsizlik.

Rüyamdaki gibi karşılıklı oturduk bugün seninle. Mekan benim evim değildi bir cafeydi. Çok konuşmadık yine. Ben iki sigara içtim sen sitemlendin. Yeni heveslerimden bahsettim. Sen işinin seni yorduğunu anlattın. Aşk meşk sohbetimize hiç konuk olmadı. Beni gördüğüne sevindin. Bir ara yanımdan ayrılıp tanıdığın biriyle konuşmaya gittin. Boş kalan yerine baktım hiçbir şey yapmadan. Hayatımda doldurduğun alanın kenarından geçmezdi bıraktığın boşluk.

Geldiğinde özür diledin. Önemi yok dedim. Yağmur yağıyordu. Mevsim baharlığını bilmiyordu. Sen ne yapacağını bilmiyordun. Ben ne desem boştu biliyordum. Uzatmak istemedim karşılıklı suskunluğu. Ayrıldım yanından. Giderken eğilip öptün beni. Bu bir kusuruma bakma ben böyleyim öpücüğüydü. Ben de elimi omzuna koyarak karşılık verdim. Bu aramızda dillenmeyen bir anlaşmaydı sanki. Yüzüme bir kez daha bakıp gittin. Ayrılık değildi bu yarını vardı ama her görüşürüz sonrası yaşadığım o bildik ya sonra yoksa'yı alıp yanıma yoluma devam ettim. Senli hanelere bir çizik daha atarken, sensizliği biraz daha geriye ittim.

Bir rüyaya özlem.

Dün gece bir rüya gördüm. Yeni evimdeydim. Odamdaki küçük pencerenin önündeki iki iskandinav koltuğun birinde sen oturuyordun diğerinde ben. Kahve içiyorduk. Elim sigaradan uzaktı çünkü sen sevmezdin sigara içmemi. Uzak ülkelerden birinden yeni gelmiştin. Şehrime ayak bastığın gibi soluğu bende almıştın. Süprizdi. Haber vermemiştin. Pijamalarımla karşıladım seni. Kucaklamıştın beni. Sarılmışken sana elim yüzüm mutluluktu.

Sonra sen biraz uyudun, ben kahvaltı hazırladım. Ve işte sonrasında oturuyorduk seninle karşılıklı. Sen yeni hikayelerini anlattın. Ben burda sensiz geçen zamanı süsleyip abarttım. Yüzüme yine gülümseyerek bakıyordun. Değişen bir şey yoktu fazlalaşan bir şey olmadığı gibi.

Yüzüme baktın uzun uzun her zamanki gibi. Beni özlemiştin. Karşılık verdim sana. Sürgün olduğum yüze hasretim dinmişti. Çok konuşmadık.

Sonra ben uyandım. Elim sigaraya yakındı ama yakmadım. Çünkü sen sevmezdin sigara içmemi. Gecenin bilmem kaçında yan komşum Ezginin Günlüğünden "Eksik Bir şey" i dinliyordu. Kulak verdim. Eksik olan sendin. Ben hiçbir şey yapamadım. Gecenin o saatinde ağlanmazdı. Ağlamak işe yaramazdı. En iyisi mi başka bir rüya için uyumak dedim...


3 Mayıs 2011 Salı

Eller...

Ne kadar çok yazıyorum değil mi...
Hani küçükken kurşun kalem tutmaktan işaret parmağı kendini eğerdi ya yanındaki parmağa, klavyede yazan, içleri yassılaşan parmaklarıma bakıp o günleri anıyorum. Ben istemeden kendini yazıyor kelimeler. Beynimdeki bağları bir an sanki görünür kılıyor ve yaz emri veriliyor ellerime.

Benim ellerim küçüktür. Beyazdır, yüzük olmaz. Tutuldu mu karşı tarafın elini doldurmaz. Tokalaşmayı sevmem. Ve eski alışkanlık küçük ellerimi hep saklama gereği duyarım. Duygularımı ellerime benzetirim çoğu zaman. Şeffaftır. Tam anlamıyla gözler önüne sermem, duygularımla hareket etmem ve onları da ellerim gibi saklama gereği duyarım. Şu klasik aciz insan ağlar tribaliyle büyüdüğümüzden belki de...

Böyle büyüdük de noldu? Duygularımızda koca gediklerle biz, sevgisiz büyüdük. Anatomimiz bozulmadı belki ama içi çürüttük.

Şimdi küçük ellerime koysam duyguları uzatsam önüme al bak ben bunlardan ibaretim diye...

Sana diyorum!

Sana yüklediğim anlamları senmişsin gibi düşünme, aldanırsın! O anlamlarla sadece bende varsın. Ben seviyorsam sen bahanesin.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Peki nasıl anladım?

Lay lay lom. Bla bla bla... Formatında vakit öldürürken ben ve ordan oraya dağılırken bir yanım hayatımda biri olsa fena olmaz hani diye fısıldarken baskın ben sustururdu onu
-Dert mi lazım sana kızım! Meşke gönül verme üzülürsün...

Yeniydim daha, çok bir şeyden anladığım yoktu. Memleketin bağrından kopup "okumaya" gelmiştik başka bir şehre. Onu tanıdım. Yoktan var olmuştu hayatımda. Büyüktü benden ama öyle lafı edilecek bir yaş farkı değildi. Bilgiliydi ama. Görmüş geçirmişten çok ukala. Kendini öğretmen ilan edip beni de öğrencisi kıldı ve biz 2 seneyi devirdik bir anda. Paket programdaymışım gibi sürekli birileriyle tanışıyor, farklı mekanlara gidiyor, kendimden uzaklaşıyor onu yörüngem kılıyordum.

Hayranlıkla birini sevme arasındaki o ince çizgi. O zamanlar nerde yürüdüğümü bilmiyordum. Keyfim yerindeydi eğleniyordum. Farkında olmadan alışıyor insan. Bir de onu bir kılıp diğerlerine gedik buluyor. Alışma sorunumu da farketmeden yenmiş oldum böylece. Onun sayesinde.

Ben büyüyordum fakat o bunun farkında değildi.  Zamanla onun gözünde hep küçük kalacağımı fark ettim ve bu beni rahatsız etti. Sebebini bilmiyordum ama büyüdüğümü görmeliydi. Bilmeliydi. En önemlisi bana söylemeliydi. Alanen hiçbir zaman bunu dile getirmedim fakat farkındalık yaratma adına bana önerdiği her işin altına girdim. Onun istediği şeyleri yapmaya çalışıyordum sürekli ve hiçbiri harcım değildi. Azimliydim ve şanslıydım. Gücümün bittiği yerde çirkefliğim devralıyordu bayrağı ve ben istenen yere gelmiştim. Fakat ben büyüdükçe o da büyüyordu ve aramızdaki açık hiç kapanmıyordu.

Zamanla ona alışmaktan öte ona bağlandığımı anladım. Sesli söylemenin gereği yoktu. İçim biliyor ve gereğini yapmaktan uzak duruyordu nasılsa. Onu benle görenler sorgulamaya gidiyordu sürekli.

Niye sürekli beraberdik?
Onu seviyor muydum?
Neden benimle bu kadar ilgileniyordu?

Beni korumayı kollamayı sevdi her daim. Hani şu bu kadar yeter deyip elinden bardağı alan, yemeğe gidildiğinde elini cebine attırmayan, bir işin düştüğünde hemen halleden, keyfin nasıl derken bunu laf olsun diye söylemeyen tiplerden...

Zamanla anlam aramaya başlıyor her insan. Her Türk kızı gibi. O noktada hayranlık çizgisini geride bırakıp sevmek ve aşık olmak ikileminde buluyor kendini. İki taraf da çetrefilli. Ben zaten sevmek kısmında çok vakit geçirmiştim. Gözümü aşk yazan bölmeden alamadım sanırım.

Varlığını ilelebet istediğim bir insandı çünkü. Olmaması demek bende güneşin batıdan doğup aya kafa tutması gibiydi. Kısacası işlerin ters gitmesiydi.

İşler ters gitsin istemedim ben. İşler birlikte yürüsün istedim. Sonra bir baktım çok sevmişim ben. İlk defa sesli söylediğimde birine sesim dahi inanmıyordu bana. Zamanla alıştı o da. Şimdi sesimle sevgimize alışık ama inançsız yaşıyoruz.

Ne yapmak gerek?

Bak ısrarla sorulara cevap vermeye çalışıyorum ama buna edecek kelamım yok.
Allahını seven akıl versin.

Ne oluyor ne bitiyor siz de anlamadınız değil mi ? İnanın bende ucunu bucağını kaçırdım. Hani diyorum başlasam girizgahından gelsem bugüne zor. ( O kadar çok dillendirdim ki yaşantımı bu da masalın sonu deyip biri benim yerime noktayı koyar diye tırsmalardayım fena halde)

Anlamlandırmam gereken bir adam var karşımda. Hayır yorumlamam gereken değil. Çünkü çift anlam doğurabilecek her şeyden ölesiye korkuyorum. Bu yüzden kesin olmalı çizgi. Seviyor sevmiyor oyununu bile kaldırabilecek durumda değilim. Fal bakmaya da baktırmaya da tövbe ettim. Olsa da olmasa da kabulüm derken bile olumsuzluk eki boğazımı tırmalıyor.

Saatim öyle bir noktada ki; sevmeyi beş geçe sevilmeye beş kala yeryüzünden silinecek gibiyim. Gençliğin mi adeti yoksa bende mi ters işliyor düzen bilmiyorum ama ağırdan işliyor aşk. Bir mazoşistin bedenine uyguladığı ağır aksak işkence gibi, Bir narsistin aynadaki kendine duyduğu aşkla haz arasındaki duygu yoğunluğu gibi.

Anladım. Sevmek bana yakışmıyor.

Kimdir o? Kimim ben?

Dillendirmeye başladık şimdi bir tasvir lazım değil mi?
Kim o denyo?
Ah ulan şanslı piç.
Hakediyor mu bari?
Kim?
Kim?
Kim?

Adam bok kafalı beyler.Ama dağılmayın. Ben de isterdim size şöyle filmlere konu olacak, en azından duyulmamış bir hikaye anlatmayı ama elimize hiç ulaşmadı klişe devam etmek zorundayız affınıza sığınıyorum.

Beyzademiz gençliğinin pınarında, işe güce düşkün, yatkın.güvenilir( ama güvenini denemeyi adet edinmiş), karaşın(esmer demek!),yağız, iş bitiren( hallederizi laf olsun diye söylemeyen), gözüyle gülmeyi bilen, karı kıza düşkünlüğü olmayan, sevmeyi bilen, mezun, gezmeyi fazla seven( öyle ki fazla sabit durduğunda tabirimle kanı bitlenen) babama benzeyen( işteee kopuş noktası bir hatun er kişisini babasına benzetiyorsa kaaç!) sigara içmeyen, alkolü bilinçli tüketen, beni kardeşi mi dostu mu sevgilisi mi gördüğü belli olmayan( sorunun başladığı nokta[.] ) bir zat.



Bense; gençliğimin daha gölünde çırpınan, daha çok sosyal işlere düşkün, ne yapacağı belli olmayan(hafiften ayarsız), fazla beyaz( öyle ki şarap içtiğimde kaldır bakalım kafanı görünüyor mu rengi diye alaylara maruz kalan), küçümen, kriz anlarında müdehaleci, çocuksu ( gerçeği hala çocuk), sevmeyi bir türlü bilemeyen, yer yön duygusu olmayan, yaramaz bir velete benzeyen, sigara içen, içti mi güzelleşen( çiçek olabilen!), çok konuşan,saçlarının rengi sürekli değişen, dağa küsüp dağın haberi olmadığını farkedip dağa küsmekten vazgeçen, melankolik, kafası bozulmaya müsait bir kulum.


Gel de bu ikili den bir aşk çıkar. Çıkmaz demeyin benim taraf tamam. 



Neden yazmak lazım gelir?

Neden vurdun kendini düşünmelere derseniz şayet, işte o tüm albenimi, gizemimi yitirdiğim andır.
Ee.. şey... kem... küm... Ben bi adam sevdim... Aslında sevmemiştim başta... Ama sevdim galiba... ne -di'si ulan seviyorum bangır bangır ... diye giden bir süreç.

Hem bunca esrik hem de bunca düşünmelerle sevmek mi olur demeyin. Ben yaşarken oldum. Sizin de başınıza gelir, gelmiştir. Sevilmek belasına sırtına yüklediğin kendinden büyük bir bela işte.

Bu blogda Esrik bir Flaneur'un sevmek kafasını yaşayacaksınız benimle. Gün be gün an be an. Tüm duygu yoğunluğuyla her saçmalamasıyla.

Bildiğin adama ilan-ı aşk bloğu kuruyorum ama ayamıyorum daha.

Hiçbir yakınım bilmeyecek. Belki de hiç kimse görmeyecek. Sevmenin kıyısından tutmuşum bulmuşum bir de delik. Varsın elim nasır olsun yazmaktan ne çıkar? O beni sevmese de ben ona yazsam dünya bilmese ama içim oh be dese ne çıkar?

Ne nedir, ne değildir.

Belirtmeliyim ki bu blog yoğun sanat içeren, bilgilenebileceğiniz bir adres değil. Eğer bunun için geldiyseniz üzülmeyerek diyorum ki eliniz çarpıya gitsin ve bu sayfayı terketsin! Eğer hala ne yapmaya çalışıyor bu hatun diye tek kaşı kaldırıp yazıyı okumaya devam ediyorsanız açıklamaya gidebilirim.

Esrik: Sarhoş demektir. Oksijenle kafa olabilen, hayatı hafif baş dönmesi, bazen bulanık ama en çok da efkarlı geçiren biriyseniz benim gibi isminizin başına iliştirebilirsiniz. Ayyaştan sarhoştan daha havalı durduğunun farkındayım, bende zaten bu bilinçle yazdım.

Flaneur ise düşünürgezer demektir. Düpedüz şair, yazar mesleğidir. Kendini her yerde hem evinin dışında hem evinde hissedendir. Bilindiği gibi aylak, avare değildir anlamı. Ona kattığımız özellikle o her şeyi derinlerinde hissedip imgeye bulayabilendir.

Yani adım Sarhoş aylak değil, "kafası dumanlı düşünürgezerdir."